28 Şubat 2014 Cuma
Manşetlerin alkışını değil Allah’ın rızasını istedi
![]() |
Manşetlerin alkışını değil Allah’ın rızasını istedi…
Sadece aynı dönemde mesleğe başlamış;
Başbakanlık’ta, Parlamento’da aynı zamanlarda bulunduğumuz meslektaşım
dost ve arkadaşlarımdan değil.
Mustafa Kurdaş'un Yazısı
Bizden seneler önce hem de gazeteciliğin
“gerçekten gazetecilik” olduğu yıllarda mesleğin tutkusuna kapılmış
gazeteci ağabeylerimden de Erbakan Hocamıza dair hep güzel sözler
duymuşumdur. Hayır hayır! Bunun Erbakan Hocamızın gazetesi Milli
Gazete’de çalışıyor olmamla hiç alakası yok. Bilirim ki bizim mahallenin
sakinleri aksini düşünse daha acımasızca yansıtırdı bizlere. Biliriz
ki, “Gazeteci milleti” esirgemez sözünü. Bir de “O’nun gazetecisi”
olunca hep bize söylenirdi, sorulurdu. Hiç şikâyet de duymadım değil.
Duyduğum en önemli şikâyet Erbakan Hocamızın toplantılara biraz geç
gelmesiydi. Geç kalmalar şikayet edilirdi ama Erbakan Hocayı takip eden
muhabir arkadaşım çok iyi bilirdi ki, haberin zenginliği, haberin
albenisi noktasında hiçbir sıkıntı yaşamayacaktır. Çünkü O konuşunca
haberin başlığını, üst başlığını ve hatta spotlarını bile adeta en
cezbedici cümlelerle verirdi. Zira gazeteci bazen siyasilerin öyle
konuşmalarına maruz kalır ki; dakikaları, saatleri almış konuşmalardan
bile bir başlık çıkarana kadar karnı çatlar. Ispanaktan adeta yağ
çıkarmaya çalışırdı. O, konuşunca meslektaşlarımızın yaşadığı en büyük
sıkıntı ise “ne yazacağım”, “ne başlık atacağım” değil, “hangisini
başlığa çıkarsam” tasası olurdu.
Bir yazar Erbakan Hocayla aynı masaya
oturdu mu, bilirdi ki yazacağı yazı Türkiye’de konuşulacak cinsten
olacak. O’nunla yapılan her röportaj, o röportajı yapan gazeteci
meslektaşlarım için de meslek hayatlarının belli başlı gazetecilik
deneyimleri arasında yer alır. Unutulmazlara girerdi.ZOR ŞARTLARDA, ZOR BİR SÜREÇTE
17 Ekim 2011 Saadet Kongresi’nden sonra Erbakan Hocamızın genel başkanlık günleriydi. O zor şartlarda, zor bir süreçte ve o yaşında yine büyük bir “cihat” dersi vermiş ve Genel Başkanlık mesaisine başlamıştı. “İki Mustafa” yani hocamızın deyimiyle “adaşlar”.. Yani bildiğiniz biz; Mustafa Kurdaş ve Mustafa Yılmaz ile Tanıtma Başkanı Atik Akdağ neredeyse hemen her gün hocamızın makam odasında; bir toplantıda, bir çalışmada bulurduk kendimizi. (Yazarken bile insan o tatlı heyecanı yaşıyor yüreğinde. Titriyor yürek inanın. O anları gerçekten yaşayan her insan için yıllar sonra da o anlar canlı kalabiliyor, o heyecan tekrar tekrar sarıyor benliği. Bazı nasipler vardır ki, ne kadar şükretsek azdır Allah (C.C)’a. Erbakan Hocamızla yaşanmış her anı yaşamak içimizdeki ne büyük bir özlem, hasret öyle değil mi.) Televizyon programları.. Yazar buluşmaları.. Canlı yayınlar.. Gazete ve televizyon genel yayın yönetmenleri, Ankara temsilcileri… Ayları kapsayan medya planlaması gün gün, ince ince yapılıyordu. Kimi zaman 5 çayı, kimi zaman akşam yemeği. İkramsız olmazdı ama çoğu zaman ya tadımlık alınabilirdi ikramdan ya da masadan aç kalkılırdı. Zira Hocamız her medya buluşmasında gündemi sarsan açıklamalar yapıyor ve tabiki “Siyonizm’i” anlatıyor, zulüm dünyası yerine ömrünü adadığı “YENİ BİR DÜNYA” projesinin nasıl kurulacağını en anlaşılır ve etkili cümlelerle anlatıyordu.
Televizyon programları ya da meslektaşlarımızla çay-yemek sohbetlerinde dikkatimi celbeden en önemli ayrıntılardan birisi.. Ben 40 yıllık diyeyim, siz duayen deyin. Mesleğin en tecrübelileriyle gerçekleşen bütün buluşmalarda onların Erbakan Hocamıza gösterdiği saygı gözden kaçmayacak kadar büyüktü. Belki de saygıları Erbakan Hocayı çok sevdiklerinden değildi.. Ama Erbakan Hocanın 40 yılda Türkiye’de gerçekleştirdiği sosyolojik devrime bizatihi onlar şahitlik etmişti. Çoğu Erbakan Hocanın karşısında yer almış olsa da; birçok muhtıraya, birçok kampanyaya, birçok darbeye sürece rağmen O’nun kararlılığıyla, O’nun yürüyüşüyle Türkiye’de nelerin değiştiğinin bizzat şahitleri oldukları için Erbakan Hocaya karşı saygıları da çok büyüktü. İslami hassasiyetlerini, dünyasını benimsemeseler bile Erbakan Hocanın “devlet adamlığı”nı, “vatanperverliği”ni, “milletine olan aşkını”, “nezaketini”, “mücadele gücünü” ve “kararlılığını” müşahade ediyor, yazmasalar/yazamasalar bile bunları en az Erbakan Hocanın yol arkadaşları kadar biliyorlardı.
İşte o “beş çayı” buluşmalarından birisinde Erbakan Hocamız, Ankara’nın deneyimli gazetecilerinden Yavuz Donat’ı ağırlıyordu. Nezaket timsali kişiliğiyle, Hocamız her zamanki gibi misafirini yine ayakta karşılamıştı. Zor da olsa ayakta. Bir eliyle masadan destek alırken diğer eliyle de tokalaşmıştı Donat’la. Yavuz bey gerçekten çok nazik bir insandı ama hiçbir nezaket sahibinin nezaketi Erbakan Hocanın nezaketi yanında mevzu bahis bile olamazdı. Sohbetin başlarında Yavuz bey;
“Hocam” dedi..
“Zatialiniz çok çok büyük şeyler yaptınız. Sıfırdan başladınız ve hareketinizi bugünlere kadar hiç değişmeden taşıdınız. Üstelik de Türkiye’yi değiştiren bir dinamik olarak geldiniz.”
Donat, bunları söylerken cümlenin sonuna 40 yıllık politikacılardan bir başka ismi daha ekleyivermişti. Hocamızla o politik şahsı kıyaslamıştı. Erbakan Hocamız tebessümle karşıladı sözü edilen “politik” isimle ilgili kanaati. Sonrasında da;
“Ne münasebet” dedi. Ve oldukça vurgulu bir ses tonuyla ekledi..
“Biz asrı değiştirdik, asrı.”
Ve sordu;
“Söyler misiniz O ne yapmıştır?”
Bir kızgınlık yoktu bu cevapta. Ya da o politik şahsın şahsiyetine de bir kastı yoktu. Ama bir hakikatin de bu kararlılıkta, bu etkide, bu netlikte ve de bu inançla ortaya konması gerekiyordu. İşte biz de bu sohbete şahitlik yaptığımız için Milli Gazete’nin Hocamızın vuslatındaki “Hicretin Kutlu Olsun” manşetinde “ASRI DEĞİŞTİREN LİDER” vurgusunu özellikle yapmıştık.
EN ŞEDİD RAKİPLERİ İLE BİLE HESAPLAŞMA GAYESİ GÜTMEDİ
Erbakan Hoca, kişisel olarak gazetecilerle saygın ve istismarı olmayan bir iletişim kurdu hep. O hiçbir zaman hiçbir gazeteciyle hesaplaşma derdinde olmadı. Aslında en güçlü rakipleri, hatta en şedid rakipleri ile bile hesaplaşma gayesi gütmedi. Dikkatinizi çekerim “en şedid rakipleri” dedim, zira O’nun hiç düşmanı olmadı. O’nun gayesi; tek gayesi davasıydı. Hedefine kilitlenmiş bir roket gibi, davasına kilitlenmişti. Bizzat Erbakan Hocanın yüzünden hiçbir gazeteci işinden, hiçbir yazar köşesinden olmadı. Çoğu siyasetçi için “gazeteci” genellikle “haberi, yazıyı, yorumu” ifade etmiştir. Ama Erbakan Hoca için gazeteci her zaman önce insan oldu . İlla haber yazılsın, köşe yazılarında bahsedilsin kaygısı hiçbir zaman “insan” olmanın önüne geçmedi. Elbette bir gazeteciyle iletişimde esas buydu belki. Kendini anlatmak, görüşlerin kamuoyuna mal olması elbette mühimdi. Ama; O, gazetecilerle olan özel sohbetlerini de daima “tebliğ” üzerine inşa ederdi. Bir asker de, bir mühendis de, bir iş adamı da ve tabi ki bir gazeteci de Erbakan Hoca için öncelikle Hakk olanla tanışması gereken kişiydi. O siyaseti hafızalara kazınan sözleriye, “Oy için değil, Allah rızası için” yapan biriydi. Bir vatandaşın oyundan önce gelen şey o vatandaşın yüreğinde cihat şuurunun yeşermesi, YENİ BİR DÜNYA’nın kurulmasıydı. Yüreklerde kurulacak YENİ BİR DÜNYA’nın kurulmaması imkansızdı. Bir gazeteciden asıl beklediği de haber olmak değil, önce onun şuurlanmasıydı.
HİÇBİR KONUŞMASININ BAŞI VE SONU MEDYADA YER ALMADI
Buna rağmen… Anadolu’yu, inancı, bu milleti millet yapan değerleri “ötekileştiren” medya yönetimi ile egemen zihniyet birbirini beslediği için olsa gerek.. Erbakan’ın hiçbir konuşmasının başı ve sonu medyada yer almadı. Medyanın hep hedef tahtasına konuldu. Bugün bile ehemmiyeti yeni yeni anlaşılan Aselsan gibi kuruluşlar, ağır sanayi fabrikaları, tank ve uçak projeleri hep itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Kıbrıs’ın fethi bile O’ndan adeta manşetlerle çalınmaya çalışıldı. “Fatih”lik payesi Bülent Ecevit’e verilmek istendi. Yalan haberler, iftiralar, ithamlar, karalama kampanyaları… Ne kadar menfi kavram varsa hep Erbakan Hocamızın üzerine sıçratılmak istendi. Muhtıralar verildi, darbeler yapıldı, süreçler işletildi, mahkemeler kuruldu. Erbakan Hoca olmadık şeylerle yargılanıp cezalara çarptırıldı. Ama O, mahkemelerden önce gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında yargılandı. Hakimlerden önce O’nu hep önce gazeteciler mahkum etmek istedi. Erbakan Hocamızla ilgili yürütülen kampanyaları tek tek ele alsak sayfalar yetmez, biliyorum. Bu arenada hakkında çıkan tek bir küçük haberle bile enkaz altında kalan o kadar çok kişilik vardı ki. Tek bir haberle yerle bir olmuş, silinip gitmiş.. Ama O ne kadar düşmanca olursa olsun, ne kadar iri puntolarla atılırsa atılsın hiçbir manşetin altında kalmadı. Yapılan hiçbir itham ve karalama, atılan hiçbir çamur O’nun üzerinde iz bırakamadı. Hiçbir dezenformasyon lekesi O’nda tutmadı. Erbakan Hocamızla savaşan gazeteler, gazeteciler aslında adeta kendileriyle savaşır hale düştü. Gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında O’nun itibarını zedelemek isteyenler, kendi itibarlarını yerle bir ettiler. Zamanla hep kendileri “güvensiz” hale geliverdiler.
Hani dedik ya, “Erbakan’ın hiçbir konuşmasının başı ve sonu medyada yer almadı” diye. Bir hatıramı daha nakletmiş olayım. Milli Gazete’de mesleğe başladığım ilk zamanlardı. Reha Muhtar TRT’de “Ateş Hattı”nı yapıyordu. Ve Erbakan Hocamızla bir çekim yapmak üzere Hocamızın makamındaydı. Bir taraftan TRT ekibi çekim hazırlıklarını sürdürürken, diğer taraftan da Erbakan Hocamız, Reha Muhtar’ı karşısına almış konuşuyordu. Malum çok çok uzun yıllar TRT ambargosu yaşanmıştı zaten.
“Bak Reha” dedi Hoca..
“Daha önce de geldin, tam 60 dakika çekim yaptın ama 20 saniye bile yayınlamadın.”
Reha Muhtar’ın yüzüne hafiften mahcubiyet hissi düşmeye başlamıştı.
“Zaten sabıkalısın. Yine aynı şey olmasın. Yine sadece üç cümlemizi vereceksen hiç çekime başlamayalım ”
TEK MERKEZDEN GELEN BİR EMİR VARDI
Dünyada manşetlerin önce yok saydığı, sonra görmemeye çalıştığı.. Medyanın ambargosunu çok istikrarlı ve kararlı bir şekilde ve uzun yıllar devam ettirdiği.. Yok sayamayınca, görmemezlikten gelemeyince de neredeyse topyekün savaşa kalkıştığı nadir liderlerden birisiydi Prof. Dr. Necmettin Erbakan. Belli ki, Türkiye’deki Hocamızın deyimiyle “bir kısım medya” tam bir orkestra performansı ortaya koyuyordu. Tek merkezden gelen bir emir vardı ve bu emir doğrultusunda genellikle isteseler de istemeseler de gazeteciler/gazeteler O’nu ya hiç görmeyecekler ya da emredildiği gibi sütunlara, köşelere taşıyacaklardı. Orkestra şefinin çizdiği figürlerin dışına kimse çıkamıyordu. Aslında sadece Reha Muhtar değil, “sabıkalı” olan medyanın tamamıydı. İşte bütün bunlara rağmen medyada “Erbakan haklı çıktı” ya da “Hoca haklı çıktı” başlıklarını da çok okuduk, çok duyduk. “Erbakan Haklı çıktı başlığı 40 yıllık zaman içerisinde tekrar edip durdu kendisini. Bütün engelleri aşarak, ambargoları delerek gazetelerin birinci sayfalarına çıkmayı başardı “Haklı çıktı” başlığı. Hocamızın vuslatından sonra, bugün bile hâlâ atılmak zorunda kalınan bir başlık; “Hoca haklı çıktı”.
Evet bugün de tazeliğini koruyor “Erbakan haklı çıktı” başlığı. Yarın da aynı başlıklar atılacak. Çünkü O; her ne pahasına olursa olsun bir başbakan olmaktansa “Hakkı temsil etmeyi, haklı olmayı” tercih etmişti her zaman. O, manşetlerden alkışlanmayı değil, Allah’ın rızasını kazanmayı kazanım bilmişti.
28/02/2014 TARİHLİ KÖŞE YAZISI. / SEVGİLİ UĞUR CİVELEK ABİMİZDEN
Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!..
Uğur Civelek


Aylar ve haftalar birbirini kovalıyor, fakat gerek dış gerekse iç koşullar düzelmiyor. Tam aksine sorunlar ağırlaşıyor, beklentiler bozuluyor ve kırılganlık artıyor; güvensizlik arttıkça sabır sınırları zorlanıyor. Ekonomik, sosyal ve siyasi istikrarsızlık birbirini besleyerek uykuları kaçırıyor. Etkili ve yetkili kesimlerin sakinleştirme amaçlı söylemleri pek bir işe yaramıyor. Çok uzun bir süredir gerçekleri gözardı ederek günü kurtarmaya çalışmanın birikmiş faturası gündeme ambargo koymaya devam ediyor. Ayağı yorgana göre uzatmamanın, hesapsızlığın, aşırılıkları zorlayan şuursuzluğun açığa çıkması önlenemiyor...
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız yıkıcı tablonun ilk sonuçları üreten kesimleri zorluyor: Nakit sıkışıklığı yeni rekorlara koşarken, iflas erteleme başvuruları geometrik bir hızla artıyor. Üretim veya tüketimin yoğunlaştığı bölgeler bu olumsuzlukları daha fazla hissediyor, bunalıyor. Ekonomi daralıyor, istihdam alarm veriyor ve enflasyon beklentileri bozuluyor. Etkili ve yetkili kesimlerin bu olumsuzlukları görmezden gelen tavrı sıkıntı yaşayan kesimleri çileden çıkarıyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor...
Yaşanan olumsuzlukların gerekçesi olarak öne sürülen konular çeşitleniyor. Riskten kaçınma eğilimi dalgalı bir şekilde yükselmeyi sürdürüyor. Federal Reserve’nin parasal genişlemeyi kısmaya devam etmesi, bataklığa dönüşen Suriye politikası, Batı ile Rusya arasındaki çekişmede iyice istikrarsızlaşan Ukrayna’nın karışması, gelişmekte olan ekonomilerin içine düştüğü türbülanstan nasıl çıkacağının bilinmemesi, ülkemizdeki siyasi idare içindeki kan davasına dönüşen çatışma nedeniyle hukuk devleti çizgisinden hızla uzaklaşılıyor olması ve yaklaşan seçimlerin yarattığı gerginlik, Türk TIR’larının Batı Avrupa güzergahında karşılaştığı engellerin artması gibi konular hareket yeteneğini iyice daraltıyor. Sürdürülebilir olmayan rotayı zorlamanın tüm olumsuz sonuçları kapıyı çalıyor...
Bıçak kemiğe dayandıkça sabır taşı çatlıyor, hoşgörü azalırken tepkisellik yükselişe geçiyor. Bugüne kadar benimsediği tercihlerle hem kendini hem de ülkeyi köşeye sıkıştırıp çaresizliğe mahkum eden siyasi irade çözüm üretemiyor, istikrarsızlığın artışını yasaklar ve keyfiyetle önlemeye çalıştıkça durum ciddileşiyor. Sorunu ağırlaşan ve kirli çamaşırları gördükçe kafası karışan insanlar saatli bombaya dönüşmeye başlıyor!.. Siyasi partilerin Meclis grupları ve tabanları da bu olumsuzluklar fırtınasından aynı şekilde etkileniyor. Yeterince farkında olunmasa bile her şey değişiyor; hem de en istenmeyen şekilde!.. Doğal olarak korkunun ecele fayda etmeyeceğini anlayanlar sayısal olarak azınlıktan çıkıp çoğunluk olmaya başlıyor. Kendini en güçlü sanma gafletine düşenlerin yalnızlaşma korkusu büyüdükçe keyfiyet ve yasakların dozu artıyor... Gerek yabancıların gerekse yerlilerin içeriye yönelik algılamaları olumsuzlaştıkça stratejik tercihleri de bu durumdan etkileniyor... Bu gidişatın durdurulması yönündeki çabaların başarısızlığı söz konusu olumsuz süreci beslemeye devam ediyor.
Döviz kuru ve faizlerdeki yükselişin, makro ekonomik göstergelere ilişkin beklentilerdeki olumsuzlaşmanın, artan istikrarsızlık endişelerinin temel sebebi yukarıda özetlemeye çalıştığımız yanlışlar zincirinden oluşan kısır döngüdür. Orta ve uzun vadede böylesi bir duruma düşmemek için yapılması gerekenler yapılmaz ve kısa vadeli bir bakış açısı ile yapılmaması gerekenlere abone olunur ise sonucun daha farklı olması beklenemez. Gerçekler eninde sonunda açığa çıkar ve riskten kaçınma eğilimi artar. Gerçeklerin en iyi dost, dürüstlük ve açıklığın en iyi siyaset olduğunu nefsine hakim olamadığı için anlamayanlar bundan sonra yaşanacakların sorumlusudur. Felaket tellalı diyerek doğru söyleyeni dokuz köyden kovanlar, aldattıkları kesimlerin büyüyen öfkesinden kurtulamaz ve mevcut anlayışları ile istikrarsızlığın artmasını önleyemezler...
Ne diyelim, tüm yaşananlara rağmen kula kulluk uykusundan uyanamayanları da Allah ıslah edecek!..
TRT Genel Müdürü 'rezalet'e suskun kaldı!
![]() |
TRT Genel Müdürü 'rezalet'e suskun kaldı!
TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, Bazı
diziler eleştiriliyor, manevi yapımızı rencide ediyor diye ciddi
eleştiriler ortaya konuluyor. Ama ben o tarafa çok fazla girmek
istemiyorum dedi.
Okan Üniversitesi’nin 15. kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında
düzenlenen “Son 15 Yılda Türkiye’de Sinema-TV” paneline katılan TRT
Genel Müdürü İbrahim Şahin, “Bazı diziler eleştiriliyor, ‘manevi
yapımızı rencide ediyor’ diye ciddi eleştiriler ortaya konuluyor. Ama
ben o tarafa çok fazla girmek istemiyorum” dedi.
Bazı ülkelerin kendilerini daha iyi anlatmak ve tanıtmak için çok
yüksek miktarlarda paralar harcadıklarını belirten Şahin, “Türkiye
diziler aracılığıyla cüzi de olsa paralar kazanıyor ama kendi kültürünü,
yapısını ve Türk toplumunu dışarıya ‘yumuşak güç’ olarak aktarması paha
biçilemez. 102 ülkeye ihraç edilen diziler Türkiye’nin yumuşak gücü”
diye konuştu.
Okan Üniversitesi, 15. kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında bu yıl
Türkiye’deki belirli sektör ve alanlarda son 15 yılın
değerlendirileceği çeşitli paneller düzenleyecek. Bu panellerin Tuzla
Kampüsü’nde gerçekleştirilen ilkinde “Son 15 Yılda Türkiye’de Sinema-TV”
konusu masaya yatırıldı. Panele TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in yanı
sıra Doğan TV Holding CEO’su İrfan Şahin, Sinema Genel Müdür Yardımcısı
Ali Atlıhan, Yönetmen Derviş Zaim ve Aktör Ediz Hun katıldı.
“Diziler sayesinde Araplar bizi sevdi”
Panelde konuşan TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, dizi ihraçlarına kadar
Arap bölgesinde Türkiye’ye karşı bakışın inanılmaz negatif olduğunu,
dizilerin bu bölgelerde yayınlanmasının ardından Türkiye ve Türklere
karşı bakış açısının değiştiğini söyledi. TRT’ye ilk geldiği yıllarda
Programlardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı ile kanalları izlediğini
belirten Şahin, “1953 yapımı bir film gördüm kanallarımızdan birinde
yayınladığımız. Kendisine neden son dönem filmlerini koymuyorsunuz diye
sordum. ‘Efendim canları isterse izlesinler istemezse izlemesinler’ gibi
bir cümle sarf etmişti. Kaliteli bir şey koymazsanız 3 saniyeniz var.
İzleyici hemen kanal değiştiriyor” diye konuştu.
“Bir bölüm 226 bin dolara satılıyor”
Günümüzde 226 bin dolara dizilerin bir bölümünün satıldığını belirten
İbrahim Şahin, şunları söyledi: “Bu gerçekten inanılmaz bir şey. Bunu
sadece bir ülkeye satıyorsunuz. Bazı diziler 50 ülkeye satılıyor. Şu an
Türkiye 102 farklı ülkeye dizi ihraç ediyor. Arap ülkelerinin en etkili
kanallarından olan NBC bizimle birlikte bir tv dizisi çekmek istedi. Biz
bunu kabul etmedik. Eğer böyle bir projeye girseydik 2. 3. diziden
sonra kendi ülkelerinde bu tarz diziler yapma becerisini ortaya
koyacaklardı. Bu, bizden kopmalarına neden olabilirdi. Bu fırsatı iyi
değerlendirmemiz gerekiyor.”
İrfan Şahin: “Doğan grubunu içerik üreticisi haline getirmek istiyorum”
Dünyada içerik problemi olduğunu belirten Doğan TV Holding CEO’su İrfan
Şahin, “Doğan TV Holding’in CEO’suyum. Şirketin adını “Doğan
Entertainment” olarak değiştirmek istiyorum. Ben Doğan grubunu içerik
üreticisi haline getirmek istiyorum. TV kanalı olmak istemiyorum. TV
benim yan işim” dedi. Gelecekte tek önemli şeyin içerik olacağını
belirten İrfan Şahin, “Ben film üretmek, dizi üretmek, müzik üretmek
istiyorum. İyi bir film yaparsanız gördüğünüz gibi 6 milyon kişi izler.
Dünyada içerik açığı var. Gençlere bu yönde çalışmalarını öneriyorum.
Bekir Okan: “Dizi ihracatımız 150 milyon dolar”
Okan Üniversitesi’nin en önemli görevlerinden birinin de Türkiye’nin
sorunlarını sektörlerle birlikte akademik ortamda tartışıp çözüm
önerileri sunmak olduğunu belirten Okan Üniversitesi Mütevelli Heyet
Başkanı Bekir Okan da, şunları söyledi: “Türkiye’de en çok gelişen
sektörlerden biri Sinema-TV. Öğrencilik yıllarımızda tek kanal ve siyah
beyaz TRT vardı. Rahmetli Özal döneminde özel televizyon kanalları
açıldı. Çocukluğumuzda Amerikan dizileri çok meşhurdu. Son dönemde bir
bakıyorsunuz bir komedi filmi çıkıyor 6 milyon izleyiciye ulaşıyor. Bu
durum, sektörün çok geliştiğini gösteriyor. Üniversitemizin Sinema-TV
bölümü var. Orada yetişen gençlerin sektöre çok ciddi katkılar
sağlayacağına inanıyorum. Sinema ihracatımız 50 milyon dolara
yaklaşıyor. Dizi ihracatımız da 150 milyon dolar.” Okan Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Şule Kut ise, Sinema-TV sektörünün Türk ekonomisine
son 15 yılda ciddi katkılar sağladığını söyledi. Kut, “Ayrıca siyasi
olarak da Türkiye’nin özellikle bir dönem kendi çevresinde ve dünyada
yumuşak güç olarak algılanmasında da Türk dizilerinin çok büyük bir payı
var” diye konuştu.
İŞTE MİLLİ GAZETE'DE YERALAN O HABER
Türkiye’de siyasiler, gazetelerin iç
sayfalarındaki haberlerden televizyonlardaki haber bültenlerinin
altyazılarına kadar hemen her yere müdahale ederken, ekranlardaki dizi
rezaletlerine ise seyirci kalıyorlar. Hatta vatandaşın televizyon
dizilerindeki rezaletleri şikayet etmesi de görmezden geliniyor. Çeşitli
gayr-i ahlâkiliğin ve sapkınlığın topluma zerk edildiği televizyon
dizileri vatandaş şikâyetlerinin merkezinde yer alırken, diz boyu
rezaletlere yine göz yumuluyor.
Şikâyetin Merkezinde Diziler Var
Televizyon yayınlarıyla ilgili Radyo ve
Televizyon Üst Kurulu İletişim Merkezi’ne geçen yıl yapılan bildirimler
yüzde 15 artarak, 118 bin 416’ya ulaştı. 2013 yılında en fazla şikâyet
edilen program türü diziler olurken; dizilere yönelik şikâyetler 2012’de
48 bin 823 iken, 2013’te yüzde 5 artarak 51 bin 285’e yükseldi. Her
türden çarpık ilişkinin ve ahlâksızlığın gayet normalmiş gibi
aktarıldığı dizilere gelen şikâyetler artsa da, bunlara yönelik herhangi
bir somut yaptırımın olmaması da dikkatlerden kaçmadı. Öte yandan
vatandaş şikâyetlerinde en fazla artış ise “dini ve moral sohbet
programları” kategorisinde gerçekleşti. 2012’de 78 bildirimin
gerçekleştiği program türünde, geçen yıl bildirim sayısı 4 bin 388’e
çıktı.
Zehir Enjekte Ediyorlar
2013’te en çok şikâyet alan program 28
bin 420 bildirimle Show TV’de yayınlanan “Salih Kuşu” dizisi oldu.
ATV’deki Bizim Okul dizisi 7 bin 145, Star TV’deki Muhteşem Yüzyıl
dizisi bin 643 ve Kanal D’nin Yalan Dünya dizisi de 490 bildirimle
şikâyetlerde başı çeken yapımlar oldu. Dizilerin topluma verdiği
tahribat, milli ve manevi değerlerin ayaklar altına alınması yetmezmiş
gibi çarpık ve sapkın ilişkilerin de konu alınmasıyla daha da büyümeyi
sürdürüyor. Şikayetlerin tavan yaptığı diziler, çıplaklık, fuhuş, gayr-i
meşru, gayr-i ahlâki ve sapkın ilişkilerden tutun da, tarihi
gerçeklerin çarpıtılmasına kadar pek çok noktada topluma adeta zehir
enjekte ediyor.
Televizyon yayınlarıyla ilgili Radyo ve
Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) İletişim Merkezine geçen yıl yapılan
bildirimler yüzde 15 artarak, 118 bin 416’ya ulaştı. AA muhabirinin
edindiği bilgiye göre, 2012’de 103 bin 67 olan bildirim sayısı geçen yıl
artış gösterdi. 2013’te diziler en fazla şikayet edilen program türü
oldu. Dizilere yönelik 2012’de 48 bin 823 bildirim gelirken, rakam
2013’te yüzde 5 artarak 51 bin 285’e yükseldi. Öte yandan en fazla
bildirimde artış ise “dini ve moral sohbet programları” kategorisinde
gerçekleşti. 2012’de 78 bildirimin gerçekleştiği program türünde, geçen
yıl bildirim sayısı yüzde 5525.6 oranında artarak 4 bin 388’e ulaştı.
En çok şikayet edilen kanallar ve programlar
Geçen yıl izleyiciler tarafından en
fazla bildirim yapılan kanal Show TV, en çok bildirim alan program ise
Show TV’de yayınlanan Salih Kuşu oldu. En fazla bildirim yapılan program
türü diziler, reklam Vivident, doğrudan satış ürünü de Gergedan olarak
belirlendi. İzleyiciler en fazla yayınlarda kişilik hakları
ihlallerinden, iftira ve hakaret niteliğinde yayınlar yapılmasından
şikayet etti. 2013’te en çok bildirim alan kanal 34 bin 204 bildirimle
Show TV olurken, onu 12 bin 256 bildirimle ATV, 9 bin 525 bildirimle
Halk TV, 6 bin 75 bildirimle Star TV ve 5 bin 887 bildirimle Kanal D
izledi. Show TV’de yayınlanan Salih Kuşu adlı yapım 28 bin 420
bildirimle en fazla bildirim alan program oldu. Halk TV Haber Bülteni 9
bin 044 bildirimle ikinci olurken, onu 7 bin 145 bildirimle ATV’nin
Bizim Okul dizisi, bin 643 bildirimle Star TV’nin Muhteşem Yüzyıl dizisi
ve 490 bildirimle Kanal D’nin Yalan Dünya dizisi izledi.
Ana haber bültenlerine “Gezi Parkı” tepkisi
Benzer şekilde bildirim artışı haber
bültenlerinde yaşandı. Bir önceki yıl haber bültenleriyle ilgili RTÜK’e
bin 867 bildirim gelirken, 2013’te bu sayı da yüzde 878 artarak 18 bin
274’e yükseldi.
İzleyicilerin şikayet sebepleri değişti
RTÜK’e bildirimde bulunan izleyicilerin
programlarla ilgili bildirim gerekçeleri de geçen yıla göre farklılık
gösterdi. Bildirimlerin yüzde 21’inde yayınlarda kişilik haklarının
ihlal edildiği, kişilere iftira ve hakaret edildiği belirtildi. 2012’de
bu sebeple 8 bin 442 bildirim yapılırken, 2013’te sayı yüzde 412
oranında artarak 43 bin 278’e çıktı. En fazla değişim oranı, yayınların
şiddeti özendirici veya kanıksatıcı olmasıyla gerekçesiyle yapılan
bildirimlerde yaşandı. Bir önceki yıl bu sebeple yapılan bildirim sayısı
2 bin 430 iken, geçen sene rakam yüzde 525 artarak 15 bin 194’e
yükseldi. Yayınların genel ahlaka ve ailenin korunma ilkesine aykırı
olduğu gerekçesiyle yapılan bildirimlerde ise 2012’ye göre yüzde 63
oranında azalma gerçekleşti. 2012’de söz konusu gerekçeyle 43 bin 670
bildirim yapılırken, 2013’te bu sayı 15 bin 829’a düştü.
Spor programlarında “ilke” işe yaradı
Diğer taraftan spor haber programlarıyla
ilgili bildirimlerde de yüzde 63 oranında azalma gerçekleşti. 2012’de
RTÜK’e spor haber programlarıyla ilgili 12 bin 202 bildirim gelirken,
geçen yıl sayı 4 bin 520’ye geriledi. Yetkililere göre bu düşüşte,
RTÜK’ün Televizyon Yayıncıları Derneği ile hazırladığı “Spor Programları
Rehber İlkeleri” etkili oldu. /AA

Yol arkadaşlarının dilinden Erbakan
![]() |
Yol arkadaşlarının dilinden Erbakan
Milli Görüş Lideri merhum Prof. Dr.
Necmettin Erbakan, vefatının 3’üncü yıldönümünde ESAM’da yol
arkadaşlarının anlatımıyla anıldı.
BÜNYAMİN GÜLER / ANKARA
HAYATI 1’İNCİLİKLERLE DOLU
Erbakan Hoca’yla 1947 yılında İTÜ’ye öğrenci olarak girdiğinde tanıştığını söyleyen ESAM Genel Başkanı Recai Kutan, iyi ve kötü günlerde, sosyal ve kültürel faaliyetlerde, siyasette ve yaklaşık bir yıl süreli hapishane hayatında toplamda Erbakan Hoca’yla 66 yıl beraber olduklarını kaydetti. Ömrü boyunca cihat etmiş ve bunun karşılığında, en büyük haksızlıklara ve zulümlere uğramış Erbakan Hoca’yı kısa süre içinde anlatmanın mümkün olmadığına dikkat çeken Kutan, “Onun için kısa cümlelerle anlatıyorum. Erbakan Hoca, aileden iyi bir eğitim aldı. Eğitim hayatı hep birinciliklerle geçti. Liseyi birincilikle bitirdi. İTÜ’ye birincilikle girdi. Giriş imtihanında gösterdiği büyük başarıdan dolayı eğitime 2’nci sınıftan başlatıldı. Böylece Demirel’le aynı sınıfta oldular. Ve İTÜ’den birincilikle mezun oldu. İTÜ motor kürsüsüne asistan olunca, araştırma çalışmaları yapmak üzere üniversite tarafından Almanya’ya gönderildi” dedi.
TÜRKİYE’NİN EN GENÇ DOÇENTİ
Almanya’da çok kısa bir zamanda 3 tane tez hazırladığını belirten Kutan, “Bu tezler Almanya ilim çevrelerinde çok büyük ilgi gördü. Bu tezlerden birisi ile 1953 yılında 27 yaşında Türkiye’nin ‘en genç doçenti’ oldu. Yine kısa bir süre sonra profesör oldu. Böylece çok genç yaşta, maddi ilimlerde, gerçek bir ilim adamı unvanına sahip oldu. Bu başarıların temelinde, Cenab-ı Hakkın lütfettiği muhteşem zekâ ve hafızası, inancı, sabrı ve azmi vardır. Erbakan Hoca çok iyi bir İslami terbiye almış, samimi bir dindar idi. Henüz lisede öğrenci iken, İstanbul’un büyük âlimi Hüsrev Hoca’dan ders almaktaydı. İTÜ öğrenciliğinden itibaren de ardı ardına 3 büyük mürşitten Hacı Hasip Serezi, Abdülaziz Bekine ve Mehmet Zahit Koktu’dan feyiz aldı. Böylece maddi ilimlerdeki başarılarına ilaveten güçlü bir İslami altyapıya da sahip oldu” diye konuştu.
ALLLAH LAFZINI AĞZINDAN DÜŞÜRMEDİ
Erbakan Hoca’nın Allah lafzını hiç dilinden düşürmediğini kaydeden Kutan, “Önüne beyaz bir kağıt aldığında, yazmaya başlamadan önce kağıdın sağ üst köşesine mutlaka besmele yazardı. Her toplantıyı mutlaka Fatiha ile açar, Fatiha ile kapatırdı. Son derece nazik bir şahsiyetti. Hastalandığında hastanede, kıpırdamaya mecali yokken bile, bir kez olsun namazını aksatmamıştı. Son günlerinde abdest alamayacak duruma gelince, arkadaşlarımızdan teyemmüm için kiremit istemişti. Netice olarak Hocamız hayatını İslam’a adamış bir mümindi. Halkımızın büyük bir bölümü böyle bir liderin değerini çok iyi anlamış ve ona en yakışan ve uyan ‘Mücahit Erbakan’ ve ‘Erbakan Hoca’ sıfatlarını layık görmüştü” şeklinde konuştu.
HARİTADAN İSTEDİĞİN YERİ SEÇ
Erbakan Hoca’yı ilk defa Kızılay’da verdiği ‘İslam ve İlim’ adlı bir konferansta tanıdığını belirten Saadet Partisi YİK Üyesi Ahmet Tekdal, “Konferansı zevk alarak dinledim. Düşüncelerim zenginleşti ve son derece etkilendim. Sonraki yıllarda ülkenin siyasi durumu bizi çözüm ve yol arayışına itti. Bir taraftan iş hayatının sorumluluklarını dile getirirken, diğer taraftan ise siyasal ve sosyal hayat içerisinde yer almaya çalışıyorduk. Hoca’mızla birlikte içinde bulunduğumuz çok görevler oldu. 1987 yılında Hoca’mızın siyasi yasaklığı kalkınca kongreye gidildi. Hoca’mız genel başkan oldu. Biz de yardımcıları olarak yanında yer aldık” dedi. Tekdal, bir hatırasını da dinleyicilerle paylaşarak, “Bir gün yan yana oturuyoruz. Seçimler de gelecek, 1988 yılının sonlarıdır. Hiç kimseye sormadığı bir soruyu o zaman bana sordu. Türkiye haritasını önüme koydu. ‘Ahmet kardeşim nerden aday olmak istersen seç’ dedi. ‘Efendim üç gün düşünsem aklıma bir şey gelmez’ dedim. Sonra Oğuzhan Bey araya girdi. ‘Memleketi Ağrı’dır, Ağrı’dan girsin’ dedi. Biz de Ağrı’dan girdik seçimlere” diye konuştu.
SİYASET DEĞİL CİHAT YAPIYORDU
Erbakan Hoca’yı tanımanın büyük bir bahtiyarlık olduğunu ifade eden Tekdal şunları kaydetti: “Ben kendisinin dizinin dibinde yetiştim. Onu tanıma bahtiyarlığına erdim. İslam’ı ve İslam’ın değerlerini, İslam’ın Peygamberi’nin karşısındaki tavırlarını çok net bir şekilde algıladığım için, her geçen gün bahtiyarlığım arttı. O isteseydi; başbakan olurdu, cumhurbaşkanı olurdu. Ama o bunlara hiç iltifat etmedi. O Erbakan olmaya özendi ve gayret etti. En son verdiği bir konferansta ‘Gayemiz bütün beşeriyetin saadettidir’ dediği gibi bütün hayatını buna vakfetti. O siyaset yapmıyordu cihat yapıyordu.”
HAK EKSENLİ SİSTEMLER YAPIYORDU
Erbakan Hoca’nın Türkiye siyasi tarihinde önemli çığırlar açtığını kaydeden Saadet Partisi YİK Üyesi Fehim Adak ise, Erbakan Hoca’nın yaptığı ekonomik paketlerle Türk vatandaşlarını büyük yükümlüklerden kurtardığını belirtti. Türkiye’de tatbik edilen ekonomik sistemlerin çoğunlukla vatandaşı ezmeye imkan sağlayan sistemler olduğunu bildiren Adak, “Hoca’mız Hak eksenli sistemler yapmaya gayret ediyordu. Hocamız yaptığı 10 milyarlı dolarlık 3 paketle devleti ve vatandaşları ekonomik yönden rahatlattı. Bu üç paketten 1’incisi Hocamız zamanında tatbik edildi. Buradan toplam 13 milyar dolarlık bir tasarruf elde edildi. Yani bu para herhangi bir vergi, herhangi bir zam ya da bir taban fiyatını aşağıya çekerek temin edilmedi. Bu tamamen milletin gasp edilen ve yanlış bir şekilde milletin elinden alınan paraların tekrar millete iadesi şeklinde oldu” dedi. “İstediğiniz kadar ‘zulme karşıyım’ deyin” bu deyişin hiçbir faydası olmayacağını söyleyen Adak son olarak şunları kaydetti: “Bana göre, Hocamızın büyüklüğü mevcut ekonomik sistemi değiştirerek işe başlamasıdır. Çünkü mevcut sistem tamamen zulüm sistemidir. O ‘sisteme karşıyım’ demekle yetinmedi. Onu yerine Hak eksenli sistemi de getirerek gösterdi”
SAYGIN KİŞİLİĞİNİ ANLATMAYA DEVAM EDECEĞİZ
Dünya Ehlibeyt Vakfı Başkanı Fermani Altun ”Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarihi kişiliği, mütevaziliği, kadir şinaslığı, ve devlet adamlığı yönüyle Türkiye’nin yetişmiş en önemli kişisiydi. 40 yılı aşkın dostluğumuz vardı. Dostlarına çok önem verirdi. Başbakan olunca makamına çağırdı, uzun uzun kendisi ile Türkiye’nin birlik ve beraberliği üzerine konuşmuştuk. Bilge bir insandı. Ehlibeyt Vakfı olarak onun duruşunu saygın kişiliğini anlatmaya devam edeceğiz.
HİÇ ŞAHISLARLA UĞRAŞMADI
Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Lütfi Yalman, “ Hocamız hiç şahıslarla uğraşmadı. Çünkü onun derdi milletti, ümmetti” dedi.
Yalman, Konya Ticaret Odası Konferans Salonunda düzenlenen, “Erbakan’ı Anlamak” adlı anma programında, Necmettin Erbakan’ın devlet ve siyaset adamı olduğunu söyledi.
Erbakan’ın Türkiye’de siyasetin yönünü değiştirdiğini belirten Yalman, “ Keşke hocamızın ilim adamlığı, ekonomiyi iyi biliyor olması ve nezaketli bir insan oluşunun bilindiği kadar iç dünyasındaki fırtınalar da anlaşılabilseydi. Çünkü o, insanlığı kurtarmak gibi bir ulvi davaya inanmış insandı. Hocamız hiç şahıslarla uğraşmadı. Çünkü onun derdi milletti, ümmetti” diye konuştu. Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Tacettin Çetinkaya da Erbakan’ın, yaşadığı dönemde çığır açan bir önder olduğunu dile getirdi. Toplumun maddi manevi kalkınmasını sağlayan Erbakan’ın, yeni kavramlar ürettiğini ve sistemler kurduğunu anlatan Çetinkaya, “Hocamız, çözümsüzlüğün olduğu bir dönemde çözüm üretti. Milli görüş hareketini başlattı. İslam dünyasının uyanışını sağladı ve milletin şuurunu artırmak için de bütün kurduğu siyasi partilerde yılmadan çabasını sürdürdü” ifadesini kullandı. Partinin Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Karaman ise “Devlet Adamı Yönüyle Erbakan” konulu konuşma yaptı.
“HOCAMIZIN KİŞİSEL ÖZELLİKLERİ” KONULU KONFERANS VERİLDİ
Erbakan’ın bilgi birikimi ve tecrübesi olan bir devlet adamı olduğunu vurgulayan Karaman, iyi bir devlet adamının hidayet ve feraset sahibi olması gerektiğini, bu özelliklerin de Erbakan’da mevcut bulunduğunu aktardı. Konuşmaların ardından, Necmettin Erbakan’ın 40 yıldır yanında bulunan ve son anlarına da tanık olan İbrahim Titiz, “Hocamızın Kişisel Özellikleri” konulu konferans verdi. Titiz, Erbakan’ın bir gününü nasıl değerlendirdiği, siyaset ve din anlayışıyla ilgili katılımcılara bilgi sundu.
Suriye'li yaralı kızın kahreden isteği..
Suriyede bombalı saldırıda yaralanan
bir çocuğun, bacağındaki yaraya müdahale etmek isteyen doktora Pijamamı
kesme amca, o daha yeni demesi yürekleri dağladı.
Suriye’deki çatışmaların en masum kurbanlarından çocukların savaştan nasıl etkilendiğine dair sosyal medyada yeni bir video daha yayınlandı. Görüntüde doktor, başında kanlar akarken ağlayan kız çocuğunu sakinleştirmek için okula gidip gitmediğini soruyor. Suriyeli çocuğun cevabı “Eve döndüm. Yemek yiyecektim, bomba düştü” şeklinde oluyor. Görüntülerin devamında, çocuğun feryatları dinmiyor. Suriyeli küçük kız, ayağını uzatmasını isteyen doktora “Amca kana bak. Çok korkuyorum, ya yürüyemezsem. Annem bugünde bir şey olmadan eve geldiğim için sevinmişti. Çok mutlu olduk diye mi oldu bunlar? Allah seni amacına ulaştırmasın Beşar. İnşallah ölürsün!” diyor.
YENİ İMHA PROJESİ
![]() | |
(NEO-COLLONIALISM, İSLAM DÜNYASI VE AFRİKA)
Ana Başlıklar
- Orta Afrika Cumhuriyeti (Demografik Veriler)
- Krizin Nedenleri
- Krizin Aktörleri
- Makro Perspektif
- Mikro Perspektif
- Sömürgecilik
- Neo-Sömürgecilik
- Ulusalcılık
- Küresel Sistem ve İslam Dünyası
- Krizin Ekonomik Nedenleri
- Krizin Dini/İdeolojik Nedenleri

ORTA ARİKA CUMHURİYETİ HAKKINDA GENEL BİLGİLER
Resmi Adı: Orta Afrika Cumhuriyeti:
Fransız Sömürüsü Döneminde Adı: RépubliqueCentrafricaine,
İslami Adı: Biladus Sudan
Başkenti: Bangui
Nüfusu: 5.2 milyon
Önemli Şehirleri: Bangui, Bimbu, Berbérati, Carnot
Yüzölçümü: 620.000 km (Türkiye’nin % 80’i büyüklüğünde)
Etnik Yapı: %33Baya, %27 Banda, % 27 Mandja, % 13 Sara, %10 Mhoum
Ortalama Yaşam Süresi: 39 yıl
Dil: Resmi dili Fransızca, Ulusal dil Sangho, ve çeşitli yerel diller
Din: % 25 Müslüman, % 50 Hristiyan, % 25 Animist (Yerel Dinlere İnananlar)
Yönetim: Laik Cumhuriyet
Son
aylarda İslam Dünyasının neredeyse her yerinde Müslüman halka yönelik
soykırım niteliğindeki saldırılar artık İslam Dünyasını imha projesine
dönüşen3. Dünya savaşını ifade etmektedir. İslam dünyası ile Batı
arasındaki yerel diktatörler ve işbirlikçilerin, Hristiyan halkların,
Budistlerin ve diğer aktörlerin kullanılması ile yürütülen direk savaş
ve vekâlet savaşının etkilediği insan sayısı ve coğrafi alan genişliği
1. ve 2. Dünya savaşlarının neredeyse aynısıdır. Zaten bu katliamların
ve karışıklıkların yaşandığı siyasi haritalar sürekli krizleri yeniden
üretmek amacıyla Batılılar tarafından çizilmiştir. Bu dosya son aylarda
dünyanın gözleri önünde ve Fransa’nın garantörlüğü ve desteği ile
Müslüman toplumun diri diri yakıldığı, köylerin ve kasabaların tarumar
edildiği Orta Afrika Cumhuriyeti hakkındadır.
Orta
Afrika Cumhuriyeti Kuzeyde Çad, Kuzeydoğu ’da Sudan, Doğu’da Batı
destekli Hristiyan Sudan, Güneyde Demokratik Kongo ve Kongo, Batı’da ise
Kamerun’un bulunduğu denize sınırı olmayan bir Afrika ülkesidir.
Yaklaşık üç bin yıl önce Kamerun ve Sudan bölgelerine yerleşen Ubangian
dili konuşan kabilelerle Bantu dili konuşan kabilelerin bölgeye
yerleşmesi ile günümüzde Orta Afrika Cumhuriyetinin yerlileri bölgede
yaşamaya başlamışlardır. Afrika’nın sahip olduğu dilsel ve etnik
çeşitlilik bu ülkede de mevcuttur ve ülkede 80 ayrı dil konuşan 80 ayrı
etnik grup yaşamaktadır. Afrika’nın tüm zenginlikleri gibi etnik ve
dilsel zenginliği de fakirlik ve sefaletinin nedeni olmuştur.
Müslümanların Doğu ve Orta Afrika’ya yerleşmeleri 10. asra denk
gelmektedir. 1885 yılına kadar Orta Afrika Cumhuriyetine Batılı
sömürgecilerin etkisi bulunmamaktadır. 1885 yılında bölgeye gelen
Fransız, Alman ve Belçika sömürge güçleri Afrika’yı paylaşmış ve Fransa
1894 yılında bugün Orta Afrika’nın başkenti olan Bangui bölgesine askeri
karargâhlarını kurup ülkenin sahibi olduklarını ilan etmişlerdir.
Fransa’nın bölgeyi işgali son Biladu’s-Sudan Devleti lideri, Müslüman
komutan Rabih b. Zübeyir’in direnişi ile karşılaşmıştır. Osmanlı
Devletinin birçok bölgede saldırılara uğraması ve gücünü iyice kaybetmiş
olması, sömürgeci güçlerin birkaç yüz yıl boyunca keşfettikleri
kıtalardan elde ettikleri zenginliklerle edindikleri iktidar ve servet
nedeniyle iyice güçlenmiş olmaları ve bölgede kendi iradesiyle ortaya
çıkan liderlerin gücünün zayıflığı gibi nedenlerle Rabih’in ordusu 22
Nisan1900 yılında Kuseri savaşında mağlup edilmiştir. Fransızlar
Rabih’in cesedini Kuseri nehrine atıp kesik başını şehirde
dolaştırdıktan sonra 2014 yılında Fransız neo-Sömürüsüne karşı duracak
Müslümanlara ders olması için şehrin meydanına asmışlardır.

Rabih
Paşa Mısır Sudan’ının Avrupalılar tarafından işgal edilmesine karşı
mücadele eden Mehdi hareketi ile de yardımlaşmış, ancak iki
anti-emperyalist direniş gücü de kısıtlı askeri imkânlar nedeniyle
başarıya ulaşamamıştır. 1902 yılından sonra Afrika’da Osmanlının hiçbir
hâkimiyeti kalmamıştır. Artık Müslümanların hâkim olmadığı Afrika’ya kan
ve gözyaşı hâkim olacaktır.
Yıl 2014: Orta Afrika’da Hristiyan Milisler tarafından diri diri yakılan Müslümanlar (+18)
Fransa
1910 yılında Çad bölge sömürge merkezini kurarak Orta Afrika bölgesini
de Çad, Orta Kongo ve Gabon’un da dâhil olduğu dörtlü “Fransız Ekvator
Afrika Federasyonuna” bağlamıştır.Orta Afrika’nın klasik tarz işgali ve
sömürüsü 1958 yılına kadar devam etmiş 1960 yılında ise politik ulus
devlet mantığına göre ülke neo-kolonyal yönetim bazında bağımsızlık
kazanmıştır. Ancak aradan geçen 40 yılda ülke halkına yönelik
asimilasyon politikaları halkın tümünün Fransızca konuşup yerel dinlere
inanan ciddi oranda insanın da Hristiyanlaşmasına neden olmuştur.
Fransa’nın ülkeye bağımsızlığı bahşetmesi hem klasik sömürünün gereksiz
masraflarından kaçınmayı hedeflemiş olması hem de Naziler tarafından
yerle bir edilen Fransa’nın sömürüyü askeri güç ile devam ettirecek
kudreti yitirmiş olması dolayısıyladır. 2. Dünya savaşı sonrası galip
ülkeler tarafından yeniden dizayn edilen “Yeni Dünya Sistemi” artık
işgal ve sömürü projeleri için güçlü ülkelerin zayıf ülkeleri nezaketle
ve diplomatik araçlarla ezdiği iddia edilen kurum olan Birleşmiş
Milletleri kullanacak ve ulus devlet temelli politik form tüm Afrika’nın
dekolonizasyon sürecinin sembolü haline gelecektir. Orta Afrika
Cumhuriyeti 1960 yılında klasik Fransa işgalinden neo kolonyal döneme
geçmiş bir Afrika Ulus Devletidir. Tıpkı diğer birçok Afrika ülkesinde
olduğu gibi bu ülkede de Fransa tarafından sömürü dönemleri boyunca hem
ülkede hem de Fransa’da önemli eğitim kurumlarında yetiştirilmiş elitler
Fransa’nın çıkarlarını fiziki sömürü sonrası korumaya devam
etmişlerdir.
1960
yılında ülkeden çekilen Fransa, Orta Afrika Cumhuriyeti’nin yönetimini
Müslümanların ele geçirmesini engellemek için 1958 yılından itibaren
Katolik misyonerler tarafından eğitilenBarthelemyBoganda’ya (4 Nisan 1910 – 29 Mart 1959) devretmiştir.[1]
1 Aralık 1958 yılında Charles de Gaulle ile görüşen Boganda’nın
şartları Fransa tarafından kabul edilmiş ve kendisi Orta Afrika Otonom
bölgesinin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. 1938 yılında Boganda Orta Afrika
bölgesinin ilk Roma Katolik Rahibi unvanı almıştır.[2]Boganda
Afrika’nın bu bölgesinde bu döneme kadar Hıristiyanlığın izlerine çok
az rastlanıldığını ve tıpkı sömürenlerin dili gibi sömürenlerin dininin
de Afrika’ya neo kolonyal dönemlere yatırım olarak işgal dönemlerinde
aşılandığını sembolize eden önemli bir figürdür.

BarthelemyBoganda’ya (4 Nisan 1910 – 29 Mart 1959)
Boganda
2. Dünya Savaşı sırasında Fransa adına birçok görev alacak kadar
Fransa’ya yakın bir liderdir. Ancak aynı liderin savaş sonrası oldukça
farklı bir kimlik ile sahneye çıkması gayet şaşırtıcıdır. Savaş sonrası
ülkesine dönen Boganda Fransız sömürüsüne karşı en ateşli konuşmaları
yapan lider olarak ön plana çıkmıştır. Sömürge halkları kendi özgürlük
savaşçılarının da bizzat sömürgeciler tarafından eğitilip destelendiğini
aradan geçen 60 yıl sonra öğreneceklerdir. Belki de şu an bu halkların
büyük çoğunluğunun bilmediği gibi hiç öğrenemeyeceklerdir. Boganda 29
Mart 1959 yılında bir uçak kazasında yaşamını yitirmiştir. Yerine yine
misyoner eğitimden geçirilmiş kuzeniDavid Dacko (24 Mart 1930 – 20 Kasım 2003) geçmiştir.

David Dacko (24 Mart 1930 – 20 Kasım 2003) Bağımsız Orta Afrika’nın İlk Cumhurbaşkanı
Orta
Afrika Cumhuriyeti 6 yıllık Dacko iktidarının ardından Albay Jean-Bédel
Bokassa tarafından düzenlenen bir darbe ile monarşi yönetimine
geçmiştir. Albay Bokassa 20 Aralık 1979 yılında ise tekrar David Dacko
tarafından yapılan bir darbe ile devrilmiştir.

Ülkede kronolojik olarak aşağıdaki iktidar değişimleri sürekli kendini yeniden üreten problemlerle beraber devam etmiştir.
- 20 Eylül 1981 General André Kolingba darbesi
- 1992 Çok Partili Döneme Geçiş
- 15 Mart 2003 General François Bozizé darbesi
- 27 Aralık 2012 Seleka iktidarı
2003
yılında iktidara gelen Bozize düzenlenen seçimlerde oyların %64’ünü
alarak seçimi kazanmıştır. Ancak Bozize’nin hile yaptığı iddiaları
üzerine liderliğini MichelDjotodia’nın yaptığı Birlik için Demokratik
Güçler Birliği (union of Democratic Forcesfor Unity) (UFDR), seçimlere
itiraz etmiş ve Müslüman katliamına dönüşen çatışma başlamıştır. UFDR
güçleri Convention of Patriots for Justice and Peace (CPJP), People's
Army forthe Restoration of Democracy (APRD), ve Movement of Central
African Liberators for Justice (MLCJ) isimli grupların birleşiminden
oluşmuştur. Bu grupların tümünün oluşturduğu ittifak medyada sürekli
ismi geçen “Seleka” ittifakıdır. Bu grupların siyasi arenada
mücadelelerine rağmen iktidarı elinde bulunduran Bozize cuntası seçim
hileleri ile iktidarını korumaya devam etmiş ve yer yer silahlı
çatışmalar gerçekleşmiştir.

Kasım
2006 tarihinde Fransa tarafından desteklenen Bozize yönetimi ülkenin
bazı şehirlerini elinde tutan Müslüman yoğunluklu Seleka güçlerine karşı
sömürgeci ülkeden destek istemiş[3] ve Fransız Mirage jetleri bölgedeki birçok hedefi bombalayarak hükumete destek olmuştur.[4] Aynı
Fransa’nın şu an ülkede istikrarın yeniden sağlanması için hiçbir
girişimde bulunmaması ülkedeki Müslüman nüfusun tamamen yok edilmesine
yönelik planın bir parçası olarak görülüyor. Silahlı çatışmalar Aralık
2012’de ülkenin her yerine yayılmış, eski muhalif grupların yeni
güçlenen bazı muhalif güçlerle birleşiminden oluşan ve yerel dilde
“Koalisyon” anlamına gelen “Seleka” güçleri ülkenin başkentini ele
geçirerek Michel Djotodia’yı devlet başkanı olarak atamıştır. Ancak
Fransa Afrika ülkelerinin ve Batı ülkelerinin desteği ile Seleka
güçlerine karşı Barış Birliği adı altında işgal gücü konuşlandırmış,
İngiltere de Fransa’ya destek olmuştur. Belçika ve Amerika da hava gücü
desteği ile Afrika’nın Brundi başta olmak üzere birçok ülkesinden işgal
güçlerini Müslüman nüfusu etkisiz hale getirme operasyonuna destek
amacıyla Orta Afrika Cumhuriyetine taşımıştır. Gerçek şu ki Seleka
sadece Müslümanlardan oluşan İslamcı bir yapı değildir ve ülkede
Hristiyanların bugün binlerce Müslümanı öldürüp yaraladığı katliama
meşruiyet sağlamak amacıyla bahane olarak kullandıkları bazı münferit
saldırıları Seleka kontrolünde olmayan ve olayları tırmandırmak isteyen
gruplar yapmışlardır. Bu gruplar da büyük oranda devrik lider Bozize
tarafından desteklenmektedir. Fransa ise ülkede devrik diktatör
Bozize’yi tekrar iktidara getirmek ya da en azından çıkarlarını
koruyacak bir Hristiyan lideri iktidar yapmak amacıyla ülkede katliamı
teşvik etmektedir.[5]
Orta
Afrika bağımsızlığının 56 yılının 31 yılında askeri cuntalarla
yönetilmiştir. Ordunun ülke siyasetinde oldukça etkili olduğu ülkede
Müslümanlara yönelik katliamların da uzun yıllar Fransa tarafından
desteklenen ordu tarafından işlenmesi olayın uluslararası boyutunu
gündeme getirmektedir. Şu anda ülkede yaşanan katliamda büyük etkisi
olan, darbe ile başa gelen ve Dusseldorf’da elmas kaçakçılığı yaptığı
için gözaltına alınan Bozize 2003 yılında yapılan seçimlerde en önemli
iki rakibine ülkeye girme yasağı getirmiş ancak seçimlere bir ay kala
yasağı kaldırmıştır. Böylece rakiplerini eleyen Bozizeaynı zamanda
demokratik bir seçim yapıldığı izlenimi vermiştir.
Sudan İlişkisi
Bilindiği
gibi 31 milyon nüfusa sahip olan Afrika’nın en büyük 3. ülkesi Sudan
Batılı ülkeler tarafından önce devlet başkanının insan hakları ihlali
yaptığı iddiasıyla Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) sevk edilmesi ve
ardından da yoğun bir insan hakları ve medya kurumları merkezli
propaganda sonrası 2’ye bölünmüştü. Ülkede sayıları 4.5 milyon olan
Hristiyanlara ayrı bir devlet hakkı tanıyan uluslararası toplum
Hindistan’da sayıları 350 milyonu bulan Müslümanların devlet talebi bir
yana en temel insan hakları taleplerine bile göz yummakla
eleştirilmektedir. Sudan’da, Güney Sudan Hristiyan devletini kuran
Batılı güçler ve Afrika’nın sömürgeci ülkeleri Mısır Hıristiyanlarını
silahlandırıp ekonomik anlamda müreffeh yapmıştır. Aynı güçler
Etiyopya’da Hristiyanları iktidarda güçlendirip Ogaden’i
Hristiyanlaştırmış, Nijerya’da Hristiyan güçleri iktidara getirmiş,
Somali ve Kenya’da İslami hareketleri etkisiz hale getirmek için
işgaller organize etmiş, Mali’de İslami hareketin iktidarını engellemiş,
Çad’da yakın gelecekte ortaya çıkacak benzer problemler için
hazırlıklarını neredeyse tamamlamıştır.

Müslüman bir Liderin Kanlı Bedeli
"Vurun
onlara… Vurun ve yakın evlerini, kentlerini mescitlerini… Ta ki
anlasınlar bir Hristiyan’ın bile yaşadığı ülkelerde Müslümanların
iktidara gelmesinin bedellerini…"
Bu
sözler Nijerya, Etiyopya ve Kenya’da yaşanan çatışmayı
özetlemektedir.Michel Djotodia’nın iktidarını diğer birçok darbe
yönetiminin iktidarından farklı yapan tek şey kendisinin 1949 doğumlu
bir Müslüman olmasıdır. Seleka hareketi her ne kadar Müslüman çoğunluklu
bir yapılanma olsa da farklı dinlerden birçok mensubu da bulunmaktadır.
Dosyada aktarılan bilgilerden de anlaşılabileceği gibi Orta Afrika
Cumhuriyetinde yaşanan çatışma kabile ilişkilerinin, dış güçlerin, dini
akımların ve çıkar çevrelerinin tümünün etkili olduğu bir krizi
yansıtmaktadır. Orta Afrika’daki kriz her ne kadar Müslüman halkın
acımasızca modern dünyanın gözleri önünde katledilerek yüz yıllardır
yaşadıkları ülkeden kovuldukları bir çatışmaya dönüşse de krizin
başlangıcında bir Müslüman-Hıristiyan çatışmasından daha fazla tansiyon
unsurunun varlığı göz ardı edilmemelidir. Ancak bu çatışmada da dikkat
edilmesi gereken temel nokta günümüz aktörlerinin yaptığı hak ihlalleri
ve katliamlar değildir. Asıl odaklanılması gereken nokta yaşanan
krizlerin ve problemlerin temellerinde sömürge yönetimlerinin
problemleri sürekli üretecek şekilde dizayn ettikleri sınırlar ve ulus
devletlerin varlığı, sürekli bu ülkelerde dini ve demografik sistemi
değiştirecek müdahaleleri ve bu ülkelerin zenginliklerini post-modern
sömürü yöntemleriyle yağmalamaya devam etmeleridir.
Özellikle
Müslümanların nüfus oranının az olduğu ülkelerden Myanmar ve Orta
Afrika Cumhuriyetinde devam eden katliamların ülkede Müslüman varlığını
çıkarlarına uygun görmeyen eski koloni güçlerinin tamamen İslamsız bir
ülke politikaları ile alakalı olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Kendilerine “Anti Balaka” (Kılıç Karşıtı) ismi verilen Hıristiyan
militanların ülke Müslümanlarına yönelik giriştikleri saldırılar tamamen
bir etnik temizliği amaçlamaktadır. BM ve Fransa ise Afrika
Hristiyanlarının tıpkı Balkanlarda yapıldığı gibi Müslüman nüfusu
etkisiz hale getirmeleri için kendilerine gereken zamanı tanımak ve bu
sürede Müslümanları kontrol altına almaktır.
BM askerleri: Katliam Bekçileri Mi?
Yakılmakta Olan İnsanların ve Evlerin Göstermelik Koruyucuları
BBC’ye
konuşan bir Fransız komutan Fransa’nın çatışmalarda Müslümanları
silahsızlandırıp Hristiyanların silahlarına ve anti Balaka militanlarına
dokunmayarak katliamı desteklediğini şu sözleriyle itiraf etmiştir.
Müslümanları
silahsızlandırmak Hristiyanları silahsızlandırmaktan daha kolaydır.
Çünkü Müslümanlar Hristiyanlara göre coğrafi açıdan daha dağınıklar.[6]

Yanan Müslüman evlerini koru(ma)yan bir Fransız askeri
Görüldüğü
gibi Fransa ülkede katliamı yapan çoğunluk Hristiyanlara herhangi bir
müdahalede bulunmazken ve hatta onları desteklerken Müslümanların
silahlarına el koymaktadır. Aşağıdaki videoda da Fransız askerlerin
Müslümanların evlerindeki bıçakları bile aldığı gözlemlenmektedir.
Aşağıdaki videoda Fransız askerler Müslümanların mallarını yağmalayan
Hristiyan milislere “alın gidin” diyor ve videonun 1,6. dakikasında
Müslümanlara ait bıçaklara el koyuyor.
Orta
Afrika’da görev yapan 1600 Fransız askeri ve 4400 Afrika Birliği askeri
ülkedeki aşırı dinci Hristiyanların Müslüman halkı -gelecekte ülkede
kendilerine yer olmayacak şekilde- tam teşekküllü bir infaz ve tehcire
zorlamasına sessiz kalmakta, hatta çoğu bölgede katliama destek
vermektedir. Basına sızan birçok resimde Fransız askerlerinin
yağmacılara ve katliamcılara karşı hiç bir girişimde bulunmadığını
gösterdiği gibi Fransız ordusunun bazı bölgelerde Müslümanların
kendilerini savunmak için oluşturdukları güçleri dağıtmak için anti
Balaka militanlarına destek verdiğini göstermektedir.[7]

Başkent Bangui Müslümanların yanan evleri ve camileri

Müslümanların etlerini yiyen yamyam Hristiyan milisler
Neo Kolonyalizm ve Afrika: Krize Makro Bakış
Sömürgeciliğin
altın çağını yaşadığı iddia edilen modern dönemlerde İngiltere dünyanın
çeyreğini sömürmekteydi. 1914 yılında Avrupa müttefikleriyle beraber
dünyanın %80’ini sömürmekteydi.[8]
Ancak oldukça maliyetli olan bu fiziki işgal ve klasik sömürü metodu
Yeni Dünyanın temellerinin atıldığı BM, IMF, Dünya Bankası ve NATO gibi
kurumların dünyayı tek elden yönettiği, medyanın küresel boyutta
tekelleştiği günümüzde terkedilmiş yerine post-modern sömürü metodu olan
Neo-kolonyalizm ihdas edilmiştir. Zenginliklerin akışı yine Doğu’dan
Batı’ya doğru seyretmekte dönüşüm ve bilginin bir yığın insanlık dışı
olarak görülen değerle beraber akışı ise Batı’dan Doğuya seyretmektedir.
Artık ülkelerin sömürü için bir diğerini işgal etmesine gerek yoktur.
CIA
tarafından hazırlanan ve daha çok ülkelerin “Yeni Dünya Düzeni”
projelerine göre hangi konumda ve güçte bulunduklarına dair veriler
içeren “World Factbook” kaynağına göre Orta Afrika Cumhuriyeti’nin doğal
kaynakları elmas başta olmak üzere, uranyum, altın, petrol, hidro-güç
ve kereste olarak tanımlanmıştır. Ülke bir koloni gücünün sahip olmak
isteyeceği her zenginliğe sahiptir.[9] Orta
Afrika sorununa sadece bu ülkenin ulusal sınırları içerisinde ve yerel
aktörler üzerinden yapılan her okuma analistleri yanlış sonuçlara
götürecektir. Kimin devlet başkanı olacağından, elmas, altın ve
petrolün kime ne yollarla ulaştırılacağına kadar hemen her şeyin Fransa
tarafından belirlendiği bir ülkede krize mikro bakış yanında makro bakış
da gereklidir. Mali, Nijerya, Etiyopya, Somali, Kenya ve daha birçok
Afrika ülkesinde uluslararası toplumun neo-sömürgecilik yöntemlerini
uygulamaya koymuş olduğu artık uzmanlık gerektirmeden rahatlıkla
görülebilecek bir gerçektir. Bu çatışmanın temelde sadece bir
Hristiyan-Müslüman çatışması olduğu iddiası aynı zamanda Fransa’ya
Hristiyanlığın amaçlarına ve ahlakına göre davrandığı itibarını da
verecektir. Oysa yıllarca beraber yaşayarak komşuluk yaptığı
Müslümanları katleden bir anti Balaka aşırı Hristiyan militana göre
yapılan kutsal bir şey olsa da bir Fransız için İncil ve Hristiyanlık
sadece elmasa ulaşmak için basamak yapılacak kâğıttan kerpiçtir.
Kapitalizmin din de dâhil her şeyi kullanmayı doğru bulan yaklaşımı
İncil ve misyonerler de dâhil her şeyi metalaştırmaktadır. Bununla
beraber çatışmanın bir inanç savaşı olmadığını söylemek de hem
kapitalizmin bir din ve dünya görüşü olarak kabul edilmesi hem de bu
çatışmada Hristiyan güçlerle işbirliği yapıyor olması açısından
değerlendirildiğinde mümkün gözükmemektedir.
Orta Afrika Cumhuriyetindeki çatışma makro düzlemde aşağıdaki ülkelerle ilişkilidir.
- Nijerya: Çatışmanın Nijerya’da da Hristiyan-Müslüman çatışması olması, ülkede de Fulani’ler başta olmak üzere Orta Afrika’daki etnik yapının ve kabilelerin aynılarının ve benzerlerinin olması, bu ülkenin de sömürü altında bulunmuş olması ve neo kolonyal yöntemlerle hala sömürülmesi, bu ülkede de diğer Afrika Misyoner şemsiyesinin ortak faaliyetleri ve Hristiyanlığın sonradan yayılmış olması, bu ülkenin de fakir olması nedeniyle kriz bu ülke ile ilişkilidir.
- Mali: Çatışmanın Mali’de de uranyum başta olmak üzere kaynaklar üzerinden yürümesi, bu ülkenin de Fransız sömürüsü altında bulunması, bu ülkede de zenciler, Araplar ve Tuareglerdâhil farklı etnik kabile gruplarının olması, bu ülkede diğerlerine oranla oldukça azınlık olan Hristiyanların Fransa tarafından desteklenmesi nedeniyle kriz Mali ile ilişkilidir.
- Çad: Afrika’da şu an Hristiyan misyonerlerin eğitimi ellerinde tuttuğu ekonomiyi ise Müslümanların yürüttüğü ancak Hristiyanların Fransa başta olmak üzere Batı’dan büyük destek gördüğü bir ülke. Bu ülke de Fransız neo kolonyal uygulamalarının etkisialtındadır, burada da diktatörlük hâkimdir.Bu ülkede de Hristiyan nüfus gelecekte Fransa’nın çıkarları gereği Afrika’nın de-İslamizasyonu çerçevesinde çatışmalara sahne olacaktır.
- Etiyopya: Bu ülkede de kalabalık Müslüman nüfusa karşı Hristiyanlar iktidardadır, bu ülkenin de zenginlikleri sömürülmekte ve ülke Avrupalı turistlerin tatil ve safari mekânı olarak kullanılmaktadır. Bu ülkede de dini çatışma yanında yukarıda sayılan ülkelerde olduğu gibi etnik çatışmalar da yaşanmaktadır. Etiyopya ayrıca Somali işgaline de açık destek vermiştir.
- Mısır: Hristiyan Kıptilerin Avrupa ve Amerika tarafından silahlandırıldığı ve ülke yasalarına göre diplomatik dokunulmazlığı olan kiliselerin neredeyse tümünün altının silah deposuna çevrildiği bilinen bu ülkede çatışma kaynaklar üzerinden değil siyasi sömürü üzerinden yürümektedir. Ülkedeki Hristiyanlar hem Mısır iç siyasetinde hem de Mısır’ın özellikle de İsrail ile ilişkilerinde Batı ülkelerinin çıkarlarını korumak amacıyla desteklenmektedir.
- Kenya: Bu ülkede de Hristiyan yönetim Müslüman nüfusa tahakküm etmekte ve dini baskının yanında ekonomik ambargo uygulamaktadır. Sömürü kanunları Kenya’daki Müslümanları ülkenin asli unsuru olarak kabul etmemiş ve ilk dönemlerden başlayarak Müslümanlar yabancı olarak sınıflandırılmışlardır.[10] Aynı şekilde bölgedeki Batı çıkarları gereği Somali’yi işgal eden bir diğer ülkedir.
- Somali:Bölgede hiç Hristiyan misyonerin giremediği tek ülke olan Somali halkının % 100’ü Müslümandır. Ülkede Batılı ülkelerin diğer yerlerde kullandığı gibi Sünni’ler karşı kullanabileceği Caferi-Şii azınlık da yoktur. Somali sömürü politikalarına direndiği için cezalandırılmakta ve ülke sürekli işgallere uğramaktadır. Fransa bu ülkede de etkin rol üstlenmektedir. Fransız donanması Şebab’a karşı savaşta Somali şehirlerini bombalamaktadır.
Yukarıdaki ülkelerin hemen tümünün ortak özelliğini 4 maddede toplamak mümkündür:
- Hristiyan-Müslüman çatışması/Hristiyan terörizmi
- Kaynakların sömürülmesi
- Fransa’nın açık müdahaleleri
- Dini çatışma yanında etnik çatışmaların da yaşanması ve birinin diğerine rahatlıkla evirilmesi
Afrika’nın Fakirliğinin Nedeni Zenginliğidir!
Ülke
elmas ve altın başta olmak üzere birçok doğal zenginliğe sahip olmasına
rağmen dünyanın en fakir 10 ülkesinden birisidir. Tarih boyunca
zenginliğini güç ile koruyan en zengin ülkeler ile fakirliği işgale
değmeyecek derecede sefil ülkelerin çatışmaların nesnesi olmadığı
bilinen bir gerçektir. Zenginler ve güçlüler arasındaki 1. ve 2. Dünya
savaşı hariç güçlü ülkelerin birbiriyle giriştikleri çatışmalar bu
ülkelerin özellikle sömürge dönemlerinde fakir ülkelere karşı
yürüttükleri askeri operasyonlara kıyasla çok daha azdır. Zenginliğini
korumaya kudreti olmayanlar için zenginliğin bir afete döndüğünün en
gerçekçi hikâyesidir Afrika. Dünyanın en kıymetli madeni elmas, altın ve
petrol. Bunların tümüne sahip olan bu kıtanın dünyanın en fakir bölgesi
olması küresel sistemin üretenler ve tüketenler dengesi ile bir dünya
inşa etmiş olması ve hakların ancak güç ile alınıp yine güç ile muhafaza
edilebileceği hakikati ile ilintilidir. Orta Afrika Cumhuriyeti ne
klasik oryantalist Afrika bakışı ve görselleri ile çöllerden oluşur, ne
de suyu hiç olmayan çorak topraklardan. Bu ülke her yıl sellerin
yaşandığı, ormanlarının en büyük gelir kaynağı olduğu bir ülkedir. Çoğu
insana göre en önemli doğal zenginliği su kaynakları olan bir ülkenin
susuzluğu “West andThe Rest” ayırımında öteki olarak kabul edilenin
eline İncilin verilip toprağının ve servetinin çalınması dolayısıyladır.
Bu bakış açısına göre: Afrika’nın Hıristiyanlarının dahi Papa gözünde
2. Sınıf Hristiyan olması beyaz adamın Hristiyan’ının da kapitalist
olmuş olmasındandır.Hiç
kimse Hristiyan Batı dünyasının aşağılık kompleksli gözlerin bakarak
kamaştığı ihtişamlı güneşinin yakıtının sadece Müslümanlar olduğunu
düşünmemelidir. Afrika’nın Hristiyanlarına Hristiyan ağabeylerinin
yaptığını düşman düşmana yapmamıştır. Papa için paranın dini yoktur.
Misyonerlik sömürgeciliğin keşif kolu ve öncü birliğidir.
Medya Operasyonu ile Meşrulaştırılan Katliam
Ülkede
Müslüman katliamını haklı çıkarmak amacıyla birçok basın kuruluşunda ve
hatta insan hakları raporlarında çatışmanın kaynağı olarak gösterilen
Seleka liderinin Ocak ayında iktidardan çekilmeyi kabul etmesine rağmen
tehcir ve katliam politikasının dünyanın gözleri önünde devam etmesi
asıl çatışmanın iktidar mücadelesinin tarihi bir hesaplaşma amacıyla
Hristiyan fanatikler tarafından kullanıldığını göstermektedir. Bugün
Orta Afrika’da yaşanan katliam yaklaşık bir yıl önce Seleka hareketinin
ülkede iktidara gelmesi sonrasında başlayan yoğun medya operasyonları
ile meşru bir zemine oturtulmuştur. Son 20 yılda İslami yönetimlerin
iktidara geldiği her ülkede kadın haklarından dini özgürlüklere kadar
her alanda yoğun insan hakları ihlalleri ve çeşitli katliamların
yapıldığına dair basına trajik hikâyelerin yansıtılması benzer
politikaların ürünüdür. Mesela Seleka grubu iktidara geldikten sonra
Daylight Time gazetesinin 3 Nisan 2013’te yaptığı haberlerde[11] Hristiyanların
katledildiği işlenmiştir. Ancak o dönem yapılan haberlerin hiç birinde
öldürülen Hristiyanlara ya da yıkılan kiliselere ait hiçbir görselin
basına yansımaması da dikkat çekicidir. Konu hakkında bir haberde de
Hristiyanların İslami kanunların egemen olması korkusu yaşadığına
değinilmiştir. [12]
İnsan Eti Yiyen Vahşi Hıristiyanlar ve Bir İstihbarat Kurumu Olarak BBC
Birçok
uluslararası haber kaynağında ve raporda Müslüman Seleka üyelerinin
saldırılarının Hıristiyan milislerin saldırmasına neden olduğu iddia
edilerek yapılan etnik temizlik ve katliamlar aklanmaya çalışılmaktadır.
Bu anlamda BBC tarafından geçtiğimiz haftalarda yapılan bir haber
özellikle dikkat çekicidir. Türkiye’de birçok Müslümana göre “gayri
ahlaki yayınlar ve sol cenahın etkisi nedeniyle İslam karşıtı haberler
yaptığı iddia edilen BBC” öldürdüğü Müslüman’ın uzuvlarını yiyen yamyam
Hristiyan’ın ailesinin Müslümanlar tarafından öldürüldüğünü ve bu
nedenle intikam aldığını belirterek olayı haklı göstermeye çalışmıştır.
BBC’nin 150 bin insanın katledildiği Suriye’de tüm ailesi imha edilip
eşine ve çocuklarına tecavüz edilen ve bundan dolayı öldürdüğü Esed
askerinin ciğerini ısıran eski Esed askerinin haberini tüm Suriyeli
direnişçilere mal ederek sürekli haber yapması kanalın istihbaratlar
güdümündeki faaliyetlerine yönelik iddiaları güçlendirmektedir. (Hazırlayan: Abdulkadir ŞEN / INCANEWS)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)